“Andolsun ki, Rasulüllah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab, 33/21.)
Öldükten sonra bize sorulacak ikinci şey, “Peygamberin kimdir?” sorusudur. Çünkü bizler, bu dünya hayatında kimleri örnek alıyorsak kişilik ve şahsiyetimiz ister istemez onlara benzemektedir. Bu durumda örnek aldığımız kimseler yanlış olduğunda bizim kişiliğimiz problemli, doğru olduğunda ise düzgün ve sağlıklı olmaktadır.
Bu noktada Allah Teala bizlere rol model olarak genelde bütün peygamberleri, özelde ise Hz. Peygamber (s.a.s.)’i örnek kılmıştır. Bu sayede bizlerin, bu zorlu dünya imtihanında, doğru kimselerin önderliğinde başarı ve mutluluğa ulaşmasını hedeflemiştir: “Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem'i, Nuh'u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.” (Âl-i İmran, 3/33-34.)
Peygamberler, peygamberlik öncesi kendi milletlerinin, sonrasında ise Allah Teala’nın onayını almış insanlığın çifte onaylı en seçkin şahsiyetleridir. Onlar, bir bütün olarak kavimleri çeşitli yönlerden sapkınlığa düşüp yoldan çıkarken kendilerini ve yakınlarını fıtrat üzere tutup korumaya çalışan birer kahraman ve ahlak abidesidir.
Bize düşen görev ve sorumluluk, Hz. Peygamber (s.a.s.)’i örnek alıp rehber edinmektir. Bunun için onların adlarını ve soylarını bilmemiz, giydiklerini giyip yediklerini yememiz veya onları rüyalarımızda görmeye çalışmamız yetmez. Bilakis peygamberlere iman konusunda taklidi imandan tahkiki iman düzeyine yükselmeliyiz. Bunun için öncelikle bütün peygamberleri peygamber yapan temel ahlaki vasıfları, sonra da Hz. Peygamber (s.a.s.)’i “Hateme’n-Nebiyyin” yani “Son Kutlu Elçi” kılan özel ahlaki nitelikleri doğru bir şekilde bilmemiz ve bunları düzgün bir şekilde benimseyip kendi hayatımızda gerçekleştirmemiz gerekir.
Peygamberleri peygamber kılan ilk özellik “fetanet”tir. Allah Teala insanlığa örnek kılacağı kimseleri seçerken onların akıllı ve yetenekli olmalarına özen göstermiş, onlar da sahip oldukları imkân ve kabiliyetleri sonuna kadar geliştirip en güzel şekilde kullanmışlardır. Bu noktada peygamberleri örnek almak, sahip olduğumuz akli ve pratik yeteneklerimizi keşfedip bunları kendimizi tam anlamıyla gerçekleştirecek şekilde eğitip geliştirmektir. Eğitimden ve beceriden yoksun bir kimse, ne kadar istese de, o yüce elçileri tam olarak örnek alıp izlerinden gidemez: “(Rasulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 39/9.)
Peygamberlerin ikinci özelliği, “sıdk” yani onların söz, eylem ve tutumlarında daima doğruluk üzere olmalarıdır. Hayatı boyunca hiçbir peygamber, hangi şart ve durumda olursa olsun asla yalana başvurmamıştır. Bu noktada onları gerçek anlamda örnek almanın yolu, bizim de hiçbir şekilde insanları aldatmamamızdır: “(Rasulüm!) Kitap'ta İsmail'i de an. Gerçekten o, sözüne sadıktı, rasul ve nebi idi.” (Meryem, 19/54.)
Sıdkın doğal sonucu “emanet” yani bütün insanların güvenini kazanmaktır. Bunun gereği, hangi şart ve durum altında olursak olalım asla emanete hıyanet etmemektir. Nitekim peygamberler, ümmetlerine hiçbir konuda asla ihanet etmemişlerdir: “Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için emin/güvenilir bir öğütçüyüm.” (A’raf, 7/68.)
Peygamberler, tıpkı bizim gibi acıktığında yemek yiyip su içen, yorulduğunda uyuyan, üzüldüğünde ağlayan, sevindiğinde gülen birer insandır. Allah Teala, Mekkeli müşriklerin “melek peygamber” taleplerini şu şekilde reddetmiştir: “De ki; eğer yeryüzünde rahatça gezinen melekler yaşasaydı, onlara gökten melek kökenli bir peygamber gönderirdik.” (İsra, 17/9095.)
Bununla birlikte peygamberler, Allah’ın yardımıyla doğuştan getirdikleri temiz fıtratı her türlü günah ve hatadan korumuş “ismet” sahibi pak şahsiyetlerdir. Onları örnek almak, tıpkı onlar gibi nefsimizin heva ve arzularına değil de, vicdanımızın sesine kulak vermek suretiyle yaşamımız boyunca bütün kötü ve çirkin şeylerden uzak durmaktır: “(Bununla beraber) nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuşsa başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yusuf, 12/53.)
Allah Teala, mutlak ilim sahibidir; evrendeki her şey O’nun ilmiyle var olmuş ve olmaktadır. Dolayısıyla O’nun seçkin elçileri olan peygamberlere cehalet asla yaraşmaz. Onlar, risalet öncesinde “alaylı” olarak halkın içinde, sonrasında ise Allah’ın “kutsal vahiy mektebi”nde okuyup yetişmişlerdir. Bu durumda onların yolundan gitmek, ancak beşikten mezara okuyup yazmak suretiyle ilim yolcusu olmakla mümkündür: “(Rasulüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.” (Zümer, 39/9.)
Allah Teala, mevcudatı sahip olduğu bütün güzel isim ve sıfatlarını tecelli ettirmek suretiyle yoktan yaratmıştır. Onu temsil eden peygamberler de, “tebliğ” sıfatı sahibi olup başta kutsal vahiyler olmak üzere kendilerine Rableri tarafından bahşedilen bütün ilahî mesaj ve nimetleri ümmetlerine aktarıp onlarla paylaşmışlardır. Buna uygun olarak bizler de, sahip olduğumuz tüm güzellikleri başta yakın çevremiz olmak üzere herkesle paylaşmalıyız: “Ey Rasul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” (Maide, 5/67.)
Peygamberleri peygamber yapan bu ortak özelliklerden başka, onların her birine özel bir takım üstün yönler ve ahlaki vasıflar daha vardır ki, bunların en önemlileri Hz. Peygamber (s.a.s.)’in şahsında toplanmıştır. Bu noktada Hz. Peygamber (s.a.s.)’in en önemli vasfı, onun son peygamber olması itibarıyla evrenselliği; yani bütün zaman ve coğrafyalar itibarıyla tüm insanlığa gönderilmiş olmasıdır. Bu manada Hz. Peygamber (s.a.s.)’i örnek almak, düşünce, eylem ve tutum itibarıyla yerel görüş ve menfaatler peşinde koşmayı değil, bilakis tüm insanlığa hitap eden evrensel değerler uğruna mücadele etmeyi gerekli kılar: “(Rasulüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107.)
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ön plana çıkan bir diğer özelliği, onun engin hoşgörü ve merhametidir. Âdeta Allah’ın sonsuz rahmet ve merhametinin tecellisi olan bu iki nitelik, bugün itibarıyla biz Müslümanların bilhassa birbirimize karşı en çok ihtiyaç duyduğumuz hususlardır: “Allah'tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet; bağışlanmaları için dua et...” (Âl-i İmran, 3/159.)
Hz. Peygamber, hiçbir zaman için statükoyu korumaya çalışan bir muhafazakâr değil, bilakis daima ümmetini yeni ufuklara taşıyan bir yenilikçi olmuştur. Bunun bizim için gereği, tıpkı onun buyurduğu gibi, yerimizde miskin miskin oturmak yerine ümmetimizi her yönden dünya milletlerinin en ilerisine taşımaktır: “İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır…” (Ali el-Karî, el-Masnû’, 174.)
Hz. Peygamber, kendisi aşırılıkları hiç sevmediği gibi ümmetini de her türlü aşırılığa karşı uyarmıştır. Bu konuda bizlere düşen görev, bu zorlu dünya hayatında kendimizi ve milletimizi aşırı uçlara savrulmaktan korumaktır: “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasul'ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.” (Bakara, 2/143.)
Bunların ötesinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ümmeti olabilmek, onun zaman ve mekân ötesi ahlaki vasıfları olan adaletini, cömertliğini, müjdeleyiciliğini, hasbiliğini, kolaylaştırıcılığını, sadeliğini, sabrını benimseyip örnek alabilmektir.
Cenab-ı Allah, bizlere Hz. Peygamber (s.a.s.)’i gerçek manada örnek alabilen gerçek müminlerden olmayı nasip etsin.
Prof. Dr. Muammer ERBAŞ / Diyanet Aylık Dergi