Sevgili Peygamberimiz, daha Peygamber olarak görevlendirilmeden önce içerisinde yaşadığı toplum tarafından "El-Emin=Güvenilen Kimse" olarak tanınmıştı. Halk onu adından daha çok bu unvanı ile anıyordu. Herkes ona güveniyor ve saygı duyuyordu. Anlaşmazlıklarda onun hakemliğine baş vuruyor ve verdiği hükme râzı oluyordu. Bunun pek çok örneği vardır. Bunlardan birisini nakledelim.
Kâbe Kureyş tarafından tamir ediliyor ve yenileniyordu. Her aile binâdan bir hisseyi kendine ayırmıştı. Bu suretle bütün Kureyş âileleri mukaddes Kâbe’nin inşâsına iştirak etmek şerefine koşuyordu. Yalnız Hacer-i Esved’i yerine yerleştirme meselesi gündeme geldiği zaman, her biri, bu şerefe ben nâil olayım diye, taşı yerine koymak istemiş, bu yüzden aralarında tartışma çıkmış, tartışma kavga halini almış, iş kılıç çekmeğe dayanmıştı. Arapların eski bir adeti vardı; Önemli bir mesele için yemin ettiler mi parmaklarını kanla dolu bir çanağa batırırlardı. Hacer-i Esved’i kendi elleriyle yerine koymak isteyenler de bu âdeti yerine getirmişler, bu uğurda canlarını fedâdan çekinmiyeceklerini bildirmişlerdi.
İş kan dökülmesine varmıştı. Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye b. Muğire şöyle bir teklifte bulundu. Ertesi sabah Safâ kapısından girecek ilk zâtın hakem olarak kabûlü. Bu teklifi yerinde buldular ve kabul ettiler. Sabahleyin Kureyş âilelerinin en ileri gelenleri toplanmış , ilk gelecek zâtı gözetliyorlardı. Hz. Muhammed’in geldiğini görünce hepsi sevindiler. Çünkü onun doğruluğunda, dürüstlüğünde asla şüpheleri yoktu. O’na "El-emin" diyorlardı. O’nu çağırdılar ve meseleyi kendisine arzettiler. Hazreti Muhammed, burada da emsalsiz dirayet ve büyüklüğünü gösterdi. Evvelâ bu şerefi yalnız kendi nefsine hasretmek istemiyerek, her kabileden bir adam seçti ve sonra bir yaygı istedi. Herkes hayretle bakıyor ve ne yapacağını merakla takip ediyordu. Yaygıyı getirdiler. Hz. Muhammed, Hacer-i Esved’i yaygının üzerine koydu ve seçtiği adamlara yaygının etrafından tutmalarını nezâketle rica etti. Böylece Hacer-i esved’i konacağı yere taşımak şerefine hepsi nail olmuştu. Yaygının üzerinde taşınan Hacer-i Esved yerine kadar yükseldikten sonra onu eliyle yerine yerleştirdi. İşte bu şekilde kan dökülmesini önledi. (1)
Hz. Peygamber, Hz. Hatice ile Peygamberliğinden uzun bir zaman önce evlenmiş ve onunla yirmibeş sene yaşamıştır. Kendisine ilk vahiy geldiği zaman, Hz. Hatice O’na fevkâlede bir destek verdi, O’nu rahatlattı, müjdeledi. Hz. Hatice O’na şöyle diyordu:
"Müjdeler olsun, sen sözün doğrusunu söylersin, emânete riayet edersin, akrabanla ilgilenirsin, güzel ve iyi ahlâklısın. Sebat et. Vallahi ben, senin, bu ümmetin Peygamberi olacağını umarım. Hiç korkma! Allah seni hiçbir zaman utandırmaz, üzüntüye uğratmaz. Çünkü sen akrabana bakarsın, işini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın. Yoksula, kimsenin veremediğini verir, kazandıramadığını kazandırırsın, misafirleri ağırlarsın, uğradıkları musibet ve felâketlerde halka yardım edersin.(2)
"Önce en yakın akrabanı (Allah’ın azabıyla) korkut"(3) anlamındaki âyet-i celile inince Hz. Peygamber Safâ Tepesine çıkarak:
-"Ey Kureyş topluluğu, size şu dağın eteğinde veya şu vadide düşman süvarisi var. Üzerinize baskın yapacak desem, bana inanır mısınız?” Diye sordu. Hepsi bir ağızdan;
-"Evet inanırız, çünkü şimdiye kadar senden hiç yalan duymadık, sen yalan söylemezsin..." dediler. O zaman Hz. Peygamber ;
-"O halde ben size, önümüzde şiddetli bir azâb günü bulunduğunu, Allah’a inanıp, O’na kulluk etmeyenlerin bu büyük azâba uğrayacaklarını haber veriyorum. Yemin ederim ki, Allahtan başka ibadete layık tanrı yoktur. Ben de Allah’ın size ve bütün insanlara gönderdiği Peygamberiyim."(4)
Hz. Peygamber, Mekke’de en güvenilir kimse olduğu için, bütün Mekkeliler en değerli şeylerini O’na emanet ederlerdi. Bu güvenirliği yüzünden O’na "Muhammed’ül Emin" diyorlardı. Kendisine Medine’ye hicret izni verilince, Hz. Ali’yi çağırdı O’na:
"Ben Medine’ye gidiyorum. Sen bu gece benim yatağımda yat, hırkamı üstüne ört. Müşrikler beni yatıyor sansınlar, onlara bir şey sezdirme. Sabahleyin şu emanetleri sahiplerine ver..."(5). Görüldüğü gibi O, kendisinin canına kastedenlerin emanetlerine bile hıyanet etmemiştir.
Hz. Peygamber’in, Peygamberliğini duyan komşu ülkelerin başkanları, karşılaştıkları her Mekke’liden onun hakkında bilgi alıyorlardı. İşte Bizans İmparatoru Hirakl, ticaret için Şâm’a gelmiş olan Ebû Süfyan’ı kabul ederek ona Peygamberimizle ilgili bazı sorular sormuştu. Bu sorulardan birisi şöyle idi:
-"Peygamberlik iddidasında bulunan bu zâtın bundan önce hiç yalan söylediğini duydudunuz mu..?" Henüz Müslümanlığı kabul etmemiş olan Ebû Süfyan:
-"Asla, yalan söylediğini hiç duymadık" diye cevap vermiştir.(6)
Toplum’da güvenilir bir kişi olmanın temelinde üç unsur vardır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi doğruluktur. Doğruluk, insan olmanın gerektirdiği bir yaşantı halidir. İnsan herhangi bir faydası olur diye değil, sırf insan olmanın gereği olduğu için doğru olmalıdır. Toplum’da güvenilir kişi olmanın başta gelen şartı doğru ve dürüst insan olmaktır. Bütün hayatı boyunca içi ile dışı, özü ile sözü bir olan, meşhur ifadeyle, ya olduğu gibi görünen, ya da göründüğü gibi olan, Peygamberimizden başka bir insan göstermek mümkün değildir.
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol."(7)
"Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir" (8)gibi âyet-i kerimeler, Peygamberimizin hayatının her ânında yaşantı haline dönüşmüş olan ilâhi buyruklardır.
Kendisine nasihat etmesini isteyen şahsa Hz. Peygamber’in verdiği cevabın "Allah’a inanandım de" sonra dosdoğru ol"(9) şeklinde olması da doğruluğa verdiği önemi göstermeğe kâfidir.
"Ticarî hayatta doğru sözlü ve her konuda kendine güvenilen bir ticaret adamı, âhirette Peygamber, sıddîkler ve şehitlerle beraber olacaktır."(10) buyuran Peygamberimiz; çarşıda dolaşırken bir yiyecek yığınının önünde durup, elini yığının içine daldırınca , belirli bir ıslaklığın farkına varır. Bunun sebebi olarak, yağmurdan ıslanmış olabileceğini gösteren mal sahibine; ıslak tarafı herkesin görebileceği şekilde üste koyması gerektiğini söyledikten sonra; "bizi aldatan bizden değildir." (11) buyururlar.
Bir an için bütün müslümanların; "bizi aldatan bizden değildir" hadis-i şerifine göre yaşadığını düşünelim. Bu durumda imalatçı imal ettiği ürünü o günkü standartlara göre en kaliteli, müteahhit inşa ettiği binayı en sağlam, çiftçi ürettiği mahsülü en temiz şekilde üretecek ve bu gibi meslek erbabından oluşan bir toplum da o günkü standartlara göre her bakımdan en ileride, örnek alınacak bir toplum olacaktır.
Doğru sözlü olmak, ne kadar insanî, İslâm’î ve ahlâkî bir özellik ise, yalancılık da o kadar gayr-i insânî , gayr-i İslâm’î ve gayr-i ahlâkî bir durumdur. Yalanın merkezî kötülüğü, insanlar arasındaki ilişkileri temelinden sarsmasında aranmalıdır.
Kur’an-ı Kerim; "Yalan sözden sakının."(12)
“Yalanı Allah’ın âyetlerine inanmayanlar uydururlar. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.”(13) vb. gibi âyet-i kerimelerle, toplumun fertleri arasında sağlıklı ilişkiler kurma imkânını ortadan kaldıran yalancılığı kesin bir şekilde yasaklar. Sevgili Peygamberimizin örnek hayatı da, yalan konuşmadan yaşanabileceğini somut olarak bize gösterir.
Hz. Peygamber’in şu hadisi, yalancılık konusundaki tavrını açıkça ortaya koyar: Rasûl-i Ekrem; “Size günahların en büyüğünü haber vereyim mi?” diye sorunca, biz de; "Haber ver, ey Allah’ın Rasûlü" dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Günahların en büyüğü, Allah’a ortak koşmak, anne-babaya âsi olmaktır.” Buraya kadar söylediklerini yaslanmış bir şekilde söylemiş olan Hz. Peygamber oturdu ve şöyle devam etti: "Özellikle yalan konuşmamaya, yalan yere şahitlik etmemeye dikkat ediniz." Yalancılık ve yalancı şahitlik yapmaktan sakınmak üzerinde o kadar ısrarla durdu ki, sözünü hiç kesmeyeceğini zannettik."(14)
Toplumda güvenilir kişi olmanın önemli sebeblerinden ikincisi; kişinin söyledikleriyle yaşantısı arasında uyum bulunmasıdır. Günümüzde ve geçmişte nice kanun koyucusu ve uygulayıcısı vardır ki, kendilerini çoğu zaman hukukun üstünde tutmuşlar ve koydukları kanunlara, savundukları fazilet prensiplerine uymayı başkalarından beklemişlerdir. Bunun tek istisnası Peygamberlerdir ve özellikle sevgili Peygamberimizdir. Gerçekten, kendi tebliğatını tatbik eden birisi olarak, Hz. Peygamber’in pürüzsüz, kusursuz, örnek bir hayatı vardır.
O, kendisini, mü’minleri mükellef tuttuğu görevlerin üstünde veya dışında görmemiş; bilakis ümmetinin en zâhid ferdinin kıldığından çok namaz kılmış, tuttuğundan çok oruç tutmuş, verdiğinden çok zekât ve sadaka vermiştir. Şâyet insanlara tebliğ ettiği hükümlerin bizzat kendi nefsinde tatbikine mahal bulunmamışsa, o zaman bu kabil hükümlerin uygulamasına evvelâ en yakınlarından başlamıştır. Nitekim fâizi her çeşidiyle kesin olarak yasakladığında, işe önce amcası Abbâs’ın faiziyle başlamış; câhiliyye âdetlerinden olan kan davâsını lağvederken de ilk kaldırdığı, amcalarından Hâris’in torunu, Âmir’in kan dâvâsı olmuştur.
Hz. Peygamber, biri ne pahasına olursa olsun, kendisini durdurmağa ve başarısız kılmağa çalışan müşrikler, biri faaliyetlerini gizlice yürüten münâfıklar, biri de en ince teferruatına kadar hayatlarının her safhasında kendisini örnek almaya çalışan ashâb-ı kiram olmak üzere üç grup insanla iç içe yaşıyordu. Bu üç grup insan, gaye ve niyetleri farklı olmakla beraber, aynı dikkat ve titizlikle Hz. Peygamber’in hayatını takibe almış bulunuyorlardı. Buna rağmen bu gruplardan hiçbiri Hz. Peygamber’e "Bize söylediklerini niçin yapmıyorsun? diyecek bir sebep ve vesile bulamamıştır. Aksine, ashabına kolay olanı emrederken, kendisi için zor olanı tercih etmiştir.
Nitekim, "Savm-ı Visâl" denilen ve araya iftar ve sahur koymadan oruçlu günleri peşpeşe ulamak demek olan oruç çeşidini menetmiş iken, kendisinin aynı şeyi niçin yaptığı sorulmuş; cevâben de: "Ben sizin gibi değilim (Rabbım tarafından) yedirilir, içirilirim."(15) buyurmuşlar; yani bir mânâda "Benim takatım için olan her şey size kolay olmayabilir" demek istemiştir. Yine kuşluk namazı gibi, teheccüd namazı gibi ümmeti hakkında mendûb olan bir takım ameller, Hz. Peygamber hakkında vâcip bir görev olmuştur.(16)
Hz. Peygamber’in bu örnek davranışları, İslâm’ı kendilerine tebliğ ettiği kişiler üzerinde tesir bırakan önemli bir faktör olmuştur.
Umman Meliki el-Culendi’ye, Hz. Peygamber’in İslâm’a da’vet mektubu ulaştığı zaman , Peygamberimizin hayatı hakkında bilgiler edinen melikin sözleri şöyle olmuştur: "Allah beni bu ümmî Peygambere delâlet etmiştir. O Peygamber, hiçbir iyiliği kendisi ilk tatbik eden olmaksızın emretmiyor; hiçbir kötülüğü de kendisi ilk terkeden olmaksızın nehyetmiyor. O, mutlaka gâlip gelecektir, engellenemiyecektir; mutlaka üstün çıkacak, darda bırakılmayacaktır. O, ahde vefa gösterir, va’di yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki O, bir Peygamberdir."(17)
Yüce Allah, sözle yapılan da’vete fiilen örnek olmayı emreder: “İnsanları Allah’a çağıran ve kendisi de salih amel işleyen ve ‘Ben müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?”(18)
İnsanlar örnek görmek isterler. Psikoloji ve Pedagojide, örnek almanın doğurduğu "taklit fonksiyonu"nun büyük değeri vardır. Her taklit olayı önce insanların ruhlarında arzu, ihtiyaç, itikat ve fikir şeklinde doğar. Daha sonra bunlar, hareket ve davranışlar, âdet ve alışkanlıklar şeklinde yaşayışa intikal eder.(19)
Dünyanın ahlâk mürşidleri içinde "Buda" nın önemli bir yeri olduğu söylenir. Fakat acaba Hindistan’da bir kimse, Buda’nın nasıl yaşadığını, Buda’nın telkinleriyle hayatı arasında bir münasebet bulunup bulunmadığını bilir mi? Fakat Hz. Peygamber; "Niçin yapmayacaklarınızı söylüyorsunuz?"(20) prensibini bütün insanlığa tebliğ etmiştir. Çünkü kendisi, telkin ettiğini hayatında tatbik ederdi. Başkalarına izah edip öğrettiği edep ve ahlâk kaidelerini, kendisi en mükemmel surette yaşardı. (Asr-ı Saâdet, c, 2, s, 61)
İslâmiyet kılıçla yayılmıştır diyenler çok büyük insafsızlık etmektedirler. İslâmiyet kılıç zoruyla yayılmamıştır. Şu olay bunun en çarpıcı delilidir: "Ashab-ı kiramdan Üsâme b. Zeyd şöyle anlatır: “Hz. Peygamber bizi bir seriyye halinde düşmana karşı göndermişti. Sabah vakti Cüheyne Kabilesine baskın düzenledik. Ben hemen bir kişiyi yakaladım. Yakaladığım adam "Lâ ilâhe illallah" dediği halde onu öldürdüm. Bunun üzerine beni bir düşüncedir aldı. Dönüşte olayı Peygamberimize anlattım. Hz. Peygamber, "Lâ ilâhe illallah dediği halde onu nasıl öldürdün?" buyurdu. (bir başka rivayette) "Lâ ilâhe illallah’ın elinden seni kim kurtaracak." Ben de: "Ey Allah’ın Rasûlü! O, bunu kılıç korkusuyla söylemişti" dedim. Bunun üzerine bana şu sert cevabı verdi: "Sen onun kalbini yarıp baktın mı? Lâ ilâhe illallah’ı samimiyetle mi yoksa silah korkusuyla mı söylediğini nasıl anladın?" Hz. Peygamber bu azarını o kadar çok tekrar etti ki, keşke bu günden sonra müslüman olsaydım da bu hâdise ile karşılaşmasaydım diye temenni ettim.”(21)
İslâmiyet, İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’in örnek ahlâkı sayesinde yayılmıştır. O’nun mübarek hayatı, güzel ahlâkı, görenleri kendisine celbediyordu. Ondaki yüksek insanlığa hayran kalanlar, İslâm nurunun câzibesine bir pervâne gibi kendilerini verirlerdi. Bu bakımdan İslâmiyet önce Allah’ın yardımı, sonra da Hz. Muhammed’in örnek ve yüksek ahlâkı sayesinde yayılmıştır.(22)
Peygamberimizin güzel ahlâkı ve örnek yaşayışı, İslâm’a girenlerin, imanlarının kökleşip derinleşmesine, girmeyenlerin de imrenip İslam’a girmelerine vesile olmuştur.
Hz. Peygamber Medine’ye hicret ettiği zaman O’nu ilk kez gören Yahûdi bir âlim Abdullah b. Selâm, intibâını ve İslâm’a girmesine vesile olan hususu şöyle dile getirir: "O’nun yüzünü gördüğüm zaman bir yalancı yüzü olmadığını derhal anladım."(23)
Peygamberimizi öldürmek niyeti ile gelen bir bedevî de O’nun yüzünü görüverdiği anda "aklının gittiği, nefsinin zayıfladığı" itirafında bulunur."(24)
Toplumda güvenilir olmanın unsurlarından biri de âdil olmak ve insanlar arasında ayrım yapmamaktır. Bu konuda Hz. Peygamber yine ideal örnektir. İşte onun hayatından birkaç tablo:
Müşrikler tarafından, Peygamberimizle görüşmek üzere elçi olarak gönderilen Ebû Râfi, Medine’de onunla görüştükten sonra, kendisine olan muâmeleden dolayı İslâm’ı kabul ederek, Medine’de kalmak istemişti. Fakat Hz. Peygamber, elçinin kendi arzusuyla kalmasını; alıkonulmuş gibi zannedilmesini uygun görmeyerek, Ebû Râfi’ye evvelâ Mekke’ye dönmesini, sonra tekrar Medine’ye gelmesini tavsiye etmiştir.(25) Mekke’li müşriklerden Osman İbn-i Talha, Kâbe’nin anahtarını taşırdı. Hz. Peygamber’in Kâbe’ye girmesine engel oldu. "Peygamber olduğunu bilseydim, O’nun girmesine engel olmazdım" dedi. Hz. Peygamber, içeri girip çıktıktan sonra amcası Abbas, anahtarın kendisine verilmesini istedi. Peygamberimiz ise, anahtarın yine eski sahibine verilmesini emretti. O’nun bu emri, neticede İbn-i Talha’nın müslüman olmasına sebep oldu.(26)
Adalet konusundaki hassasiyetini dile getirmesi ve adâletin nasıl uygulanması gerektiğini göstermesi bakımından şu rivâyet son derece anlamlıdır:
Mahzum oğulları kabilesinden bir kadın hırsızlık yapar. Kabile üyeleri, bu kadını affetmesi için Hz. Peygamber’le kimin konuşabileceğini araştırır. Fakat bu konuyu Peygamberimize söylemeye kimse cesaret edemez. Sonunda Üsâme b. Zeyd, Hz. Peygamber’den kadını affetmesini ister. Bunun üzerine Rasül-i Ekrem şunları söyler: "İsrailoğulları, aralarından mevki ve makam sahibi kişiler hırsızlık yaparsa onlara dokunmazlardı. Ama zayıf ve kimsesiz kişiler hırsızlık yaptığında onları cezalandırırlardı. Eğer hırsızlık yapan bu kadın Mahzum oğullarından değil de kendi kızım Fâtıma bile olsaydı, onu da cezalandırırdım."(27)
Toplumda güven duygusu büyük önem taşır. Bu duygunun toplum fertleri arasında bulunmaması, toplumun birlik ve beraberliğini etkiler. Bu özelliği kaybeden milletin varlığı çöker, huzuru bozulur. Kendilerine kamu görev ve sorumluluğu verilecek olan kimselerde aranacak özelliklerin başında onların dürüst ve güvenilir olmaları gelir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz vakit adaletle hükmetmenizi emrediyor. Şüphesiz Allah, her şeyi bilen ve görendir.”( 28) İşte toplum için güven duygusunun önemi ve Muhammed’ül-Emin olarak Peygamberimiz.
Bizlere düşen O’nun güzel ahlâkını hatırlamak ve O’na uyma azmimizi tazelemektir.
1- Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, c. 6, s. 0, 31; A. Himmet BERKİ, Osman KESKİOĞLU, Hz. Muhammed ve Hayatı, D.İ.B. Yayını, Ankara 1991, s. 50, 51.
2- Prof. Dr. Hüseyin ALGÜL, Âlemlere Rahmet Hz. Muhammed, T.D.V. Yayını, Ankara 1994, s. 29.
3- Şuarâ , 214.
4- İrfan YÜCEL, Peygamberimizin Hayatı, D.İ.B. Yayını, Ankara 1998, ., 54.
5- a.g.e, s. 91, 92.
6- Buhâri, Bedü’l-Vahy, 1.
7- Hûd, 112.
8-Ahkaf, 13.
9 ) Müslim, İman, 87.
10- Tirmizi, Bûyu’, 4.
11- Müslim, İman, 45; Ebû Dâvud, Bûyu’, 50.
12- Hac, 30.
13- Nahl, 105.
14- Müslim, İman, 87.
15- Bûhari, Savm, 48.
16- Bkz. Tecrid-i Sarih Tercemesi, c. 4, s. 14.
17- Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL, Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Metodu, Konya 1990, s. 214, 215.
18- Fussilet, 33.
19- Önkal, 214-215.
20- Saf, 2.
21- Müslim, İman, 41; Ebû Dâvûd, Cihad, 95.
22- A. H. BERKİ , O. KESKİOĞLU, a.g.e, s. 212.
23- Tirmizi, Kıyamet, 42.
24- ÖNKAL, a.g.e, s. 218.
25- A. Reşit Turnagil, İslâmiyet ve Milletler Hukkuk. İ. Ü. Hukuk Fakültesi Mecmuası, c. 8, sayı, 3-4, s. 369.
26- İbn-i Kesir, Tefsir’ul-Kur’an-ıl-Azim, c. 2, s. 299.
27- Buhâri, Ahkâm, 12.
28- Nisa, 58.
Diyanet aylık dergi