Yaratılanı hoş görmek

Yaratılanı hoş görmek

Abdullah b. Ömer (r.a.)’den rivayet edildigine göre, Allah Rasulu (s.a.s.), Mekke fethi günü insanlara hitap ederek şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allah sizden cahiliye kibrini ve atalarla övünmeyi kaldırmıştır. insanlar iki sınıftır: Allah katında değerli, takva sahibi iyi kişiler ve Allah katında değersiz, günahkâr kötü kişiler. Bütün insanlar Âdem’in çocuklarıdır. Âdemi de Allah topraktan yaratmıştır. (Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân, 50)

Hadisin devamında yer alan Hucurat suresinin 13. ayetinden anlaşıldığına göre Allah Rasulu bu açıklamayı ya ayetin tefsiri olarak yapmış, ya da bu ayeti sözüne delil getirmiştir. “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi kabilelere ve milletlere ayırdık. Allah katında en değerliniz, en müttaki olanınızdır. Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” hitabıyla Cahiliye döneminin değer ölçülerini geçersiz kılan bu ayet, henüz bu değerlerin etkisi altında bulunan Mekkelilere bir uyandır. Ayet ve onun tefsiri mahiyetindeki hadis, soy-sopla övünülen ve insanlara nesepleriyle ve mensup oldukları kabileleriyle değer biçilen bir anlayışa karşı, irk ve cinsiyet gibi doğal; zenginlik-fakirlik, makam ve statü gibi yapay ve göreceli farklılıkların Allah katında bir değeri olmadığını, tek fazilet ölçüsünün, Allah’ın buyruklarına uyarak ona saygılı olmayı ifade eden “takva” olduğunu vurgulamaktadır.

insanların kendi tercih ve iradelerinin söz konusu olmadığı cins, ırk, renk gibi doğal ve fıtri özelliklerin ayrımcılık konusu yapılması, ne yazık ki insanlık tarihinin çok eski bir sorunudur ve günümüzde de beli ölçüde etkisini sürdürmektedir. Düşünüldüğünde çok garip ve ilkel görünse de, bazı insanlar kendilerinin bu dünyaya diğerlerinden daha üstün ve ayrıcalıklı geldiğine inanmaktadırlar. Örneğin onların ilki diğerlerine göre daha üstün özelliklere sahiptir, soyları daha asıldır, aileleri daha şereflidir. Bu ayrımı hangi kriterlere göre yaptıkları sorulsa verecekleri makul bir cevap yoktur. Ya atalarımın yaptıkları iyilik ve güzelliklerden bahsedecekler ya da onların mertlik ve kahramanlıklarından dem vuracaklardır. Halbuki bunlar doğuştan gelen değil sonradan kazanılan özelliklerdir ve sadece ona sahip olanlar için değer ifade ederler. Atalarıyla övünmek insana değer katsaydı her halde Cahiliye Arapları dünyanın en değerli insanları olurlardı. Onun için islamiyet, atalarla övünmeyi ve onları bahane ederek boş ve anlamsız bir gururlanmayı yasaklamış ve herkesin ancak kendi inanç ve ameliyle değer kazanacağını ilan etmiştir. Bu yüzden sevgili Peygamberimiz, atalarını her şeyine sahip çıkıp onlarla böbürlenmeyi ısrarla sürdürenlerin Allah katında, burnuyla gübre yuvarlayan böcekten daha değersiz olduğunu bildirmiştir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/52) Burada açıklamasını yaptığımız hadisin başka bir tarikinde bu Have de yer almaktadır. 

Allah Rasulü 23 yıllık peygamberlik döneminde hem sözleri hem de uygulamasıyla bu cahiliye zihniyetini yok etmeye çalışmış, kabile asabiyetini, yani körü körüne dayanışmayı her şeyin önüne koyup, doğruyu-yanlışı, haklıyı-haksızı, güzeli-çirkini buna göre belirleyenleri eleştirmiştir. “Asabiyetin, kişinin kendi kavmini sevmesi değil, kavminin, haksız olana yardım etmesi” (ibn Mace, Fiten, 7) olduğunu belirterek nerede yanlış yapıldığını göstermiştir. Onun için, Cahiliye’nin, “zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et” şiârına, “zalime, zulmüne engel olarak yardım et.” (Müslim, Birr, 62) açıklamasıyla tersine çevirmiştir. Kabilelerin ve boyların birbirleriyle üstünlük yarışına girdikleri bir zaman diliminde bu çerçevenin de ötesine geçerek, “Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a; beyazın siyaha, siyahın beyaza, takvadan başka bir üstünlüğünün olamayacağını” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/411) ilan etmiştir. Toplumun değer vermediği köle, zenci ve fakirleri, sahip oldukları meziyete göre baş tacı ederek herkese örnek olmuştur. “insanlar tarağın dişleri gibidir” (el-KudaT, Müsnedü’s-şihâb, 1/145) buyurarak, Allah’ın huzurunda kimsenin, değerini kendi belirlediği bir ayrıcalığa sahip olmadığını ifade etmiştir. Bunun için, tartıştığı Bilal-i Habeşi’yi, zenci olan annesini de işin içine katarak ayıplayan Ebû Zer el-GifârT'yi, “ey Ebû Zer sende cahiliye kalıntısı görüyorum” diyerek uyarmıştır. (BuhârT, iman, 22) Medine’ye hicret eden Müslümanlari, oradaki Müslümanlarla birebir kardeşleştirirken, zengin fakir, hür-köle, soy-sop, kabile, aile ayrımı yapmadan onları din kardeşliğinde birleştirmistir. Muhacir ve ensar olarak anılan bu Müslümanların çocukları arasında çıkan bir kavgaya, kendi mensuplarını çağırarak müdahale etmek isteyen insanlara, “bu cahiliye davası da nedir”? diyerek tepki göstermistir. (Müslim, Birr, 62) “Ameli kendisini geri bırakan kimseyi nesebi ilerletmez.” (Müslim, Zikr, 11) buyurarak, iman sahibi olsalar bile, güzel is ve amellerle bu inançlarının gereğini ortaya koyamayan kimseleri asıl atalarının kurtaramayacağını anlatmak istemiştir. 

Kur’an ve sünnetin getirdiği bu zihniyet değişimi, birbirleriyle kavga etmekten başka bir şey bilmeyen bedevi arapları bir asır içinde dünyanın büyük bir kısmına hakim kılmış, yetmiş iki milletin yaşadığı büyük bir coğrafyada kimsenin dinine, diline, ırkına karışmadan asırlar boyu sürecek müsamahakâr bir yönetim anlayışına öncülük etmiştir. Bu anlayış. daha sonra Türkler ve iranlılar gibi diğer Müslüman uluslar tarafından da aynen sürdürülmüştür. 20. asra gelene kadar dünyada başka hiçbir medeniyete nasip olmayan bu çoğulcu ve hoşgörülü anlayış, tamamen islam Dini’nin ögretisinden kaynaklanmaktadır. Bu ögreti, inanç hürriyetini garanti altına alan ve bunu kişinin tercihine bağlı bir imtihan konusu sayan öğretidir. Bu öğretiyi insanlara tebliğ eden peygamber, kendi mescidinde Necranlı Hristiyanları ağırlamış ve orada ibadet etmelerine izin vermiştir. Bu öğreti, asırlar boyu sürgün hayati yaşayan ve kimsenin kabul etmediği Yahudileri himayesine alan anlayışının kaynağıdır. Bu öğreti, gayrimüslim eşinin dini vecibelerini engellemek bir yana bu konuda ona yardımcı olmayı kocasının görevi sayan bir hoşgörü zeminidir. Uygulamada bazı aksamalar görülse de Müslümanların asırlardır sahip olduğu barış içinde bir arada yasamayı sağlayan bu çoğulcu tecrübe, Batı’nın ancak 20. asırda zorunlu sebeplerle tanıştığı, fakat henüz hazmedemediği bir olgudur. 

“Müminleri kardeş sayan” ve “bir topluluğun diğerini alaya almasını yasaklayan” (Hucurât, 10-11) Cenab-i Hakk’ın kulu; “Müslüman kardeşini hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter” (Ahmed b, Hanbel, Müsned, 2/311) buyuran Allah Rasulu’nün ümmeti olan Müslümanlar zaman zaman bazı tahriklere kapılıp yanlış işler yapsalar da, kendi dinlerine ve kültürlerine tamamen yabancı bir ırkçılık ve ayrımcılık tuzağına asla düşmeyeceklerdir. Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmeyi ve yetmiş iki milleti Allah’ın kullan olarak yaratılışta kardeş saymayı insanlık felsefesi olarak benimsemiş bir kültürün çocuklarına yakışacak olan da budur. 

 

Prof. Dr. L Hakki Ünal 

İşi iyi Yapmak

Hz. Aişe (r.a.)’den nakledildiğine göre Allah Rasulii (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Aziz ve Celil ola

Oku

Erdemli ve Akıllı İnsan

Abdullah b. Ömer (r.a.)’den rivayet edildigine göre o şöyle demiştir: "Allah'ın elçisi ile beraberdi

Oku

Kalabalığı Cemaat Yapan Mekân: Cami

Rivayet edildigine göre Hz. Osman (r.a.) Mescid-i Nebevi'yi genişletmek istediğinde halk bunu hoş ka

Oku

Korunması Gereken Bir Değer: Irz

Ebu Hureyre (r.a.)’den nakledildigine göre Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Müslümanın Müsl

Oku

Malı Sırtta Taşımak

Ebu Hureyre (r.a)’den nakledilen bir hadise göre Allah Rasulii (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Kulların

Oku

Bizi Tutan Oruç

Ebu Hureyre (r.a.)’den nakledilen bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Oruç

Oku